Gece 1’de biten 21.30 seansına minicik bebeğiyle gelen Christopher Nolan hayranı anneden anladığımız kadarıyla, bir devam filmi veya uyarlama olmayan bir filmle bile seyircileri salonlara çekmeyi başaran bir sinemacı söz konusu. Sırf bunun için bile, 44 yaşındaki yönetmene hakkını teslim etmek lazım. (Ayrıca mucizevi bir biçimde, bebek çoğunlukla uyudu ve kimsenin tadı kaçmadı.)
Ama merak etmeden duramıyorum: Orijinal bir Nolan filmi izlemek için ilk günden salonlara koşan bu kitle, ne umuyordu ve umduğunu buldu mu? Çünkü bence Interstellar, yönetmenin en farklı, ve maalesef, en zayıf filmi.
Aslında her şey yeterince ilginç başlıyor: Yakın gelecekte, dünyayı doğal kaynakları tükenmiş, insan yaşamına gitgide elverişsiz hale gelen bir toz yuvası olarak görüyoruz. Yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamak adına pek çok insan çiftçiliğe yönelmiş. Matthew McConaughey’in canlandırdığı Cooper da bunlardan biri.
İki çocuğunu tek başına yetiştiren Cooper, elbette aslında eski bir astronot. Bir dizi olağanüstü tesadüf sonucu, kendini gizli bir NASA üssünde buluyor. Burada Profesör Brand (Michael Caine) ve kızı Amelia’nın (Anne Hathaway) yürüttüğü gizli projeyi öğreniyoruz: Satürn yakınlarında yeni keşfedilen solucandeliğinin ardında yeni bir galaksi, ve belki de, yaşama elverişli yeni dünyalar var. Cooper elbette bu ekibe dâhil oluyor ve zamanın göreceliği yüzünden belki de çocuklarını bir daha asla görmemek pahasına, yıldızlararası bir yolculuğa atılıyor.
Senaryodaki bu noktaya kadar, yönetmenin diğer filmlerinden bildiğimiz ve sevdiğimiz unsurları, bu filmde de yakalayabiliyoruz. Christopher Nolan kendi içinde tutarlı olan dünyalar ve orijinal hikâye mekanikleri yaratmayı, sonra da karakterlerini bu yaratımın içinde kullanarak zihin açıcı, soluk kesici, düşündürücü durumlar anlatmayı çok iyi biliyor.
Aynı performansı Interstellar’da da bekleyerek çok mu şey istedik acaba?
[SPOILER]
Film, üç saatlik süresinin hatırı sayılır bir bölümünü kara delikler, solucandelikleri, görecelik gibi kavramları seyirciye açıklamakla geçiriyor. Tamam. Benim gibi bilimkurgu sevenler için her şey yolunda. Üstelik bütün bu bilimsel muhabbeti ilgi çekici bir biçimde aktarabilmiş olması da, ayrıca takdir gerektiriyor belki de.
Ancak her şey bir anda tepetaklak oluyor. Galaksi ötesi âlemin devasalığı karşısında insanın naçizane yerini, yaşamın sınırlılığını ve sınırsızlığını sorguladığınız, heyecan verici bir keşif yolculuğunun ardından, ulaştığınız nokta… şaka gibi ama… Sevgi. Bir baba ve kızı arasındaki sevgi. Sevginin gücü. Daha fazla sevgi. Yılmayan, gerçek sevgi. Ve yine sevgi.
Gerçek bir teorik fizikçinin (Kip Thorne) senaryo danışmanı ve yapımcı olarak görev aldığı film, sorduğu büyük soruların cevabını, bu tembel, çiğ, klişe, kaçamak Hollywood yoluyla veriveriyor.
Bu “sürpriz son”, bütün bilimsel açıklamaları merak ve iştahla dinlediğimiz ilk iki saati anlamsız kıldığı gibi, sunum olarak da zayıf kalıyor. McConaughey’nin kızı rolündeki Jessica Chastain’in abartılı / anlamsız hareketler eşliğinde, çoğunlukla bir kitaplığa bakarak ve düşünerek geçirdiği, uzaydaki gergin sahnelerle tuhaf biçimde iç içe kurgulanmış, bitmek bilmeyen bir üçüncü perdeyle ulaşıyor film çözülme noktasına; öyle ki o noktada, artık neredeyse umursamıyorsunuz. Onun da öncesinde, adı afişte yer almayan ünlü bir oyuncunun canlandırdığı sürpriz karakter ve oluşturduğu yan hikâye de, filmin orta kısmını sarkıtmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor.
Senaryoda bilimin henüz aşamadığı bir duvara ulaşan Christopher Nolan, gizemli bir son yerine, ucuz bir sonu yeğlemiş.
Bir seyirci olarak, gerçek ama eğreti bir son yerine, gizemli ve açık bir sonu tercih edeceğim gün bugünmüş demek.
[/SPOILER]
Interstellar, 2008 yılına kadar Jonathan Nolan’ın tek başına yazdığı ve Steven Spielberg’ün yöneteceği bir filmdi. O filmi asla göremeyeceğiz ama, yukarıda şikâyet ettiğim detayların orijinal senaryoda ne şekilde yer aldığını, daha doğrusu yer almadığını, bir başka yazıda aktaracağım.
10 üzerinden 5